Sivil Mimari Bellek

Mintrak Yapı Kooperatifi-Demirtaş Kamçıl Rahmi Bediz[1]
 
 
Bir kenti tanımanın belki de en güzel yanıdır yürüyerek dolaşmak…
Her sokak, her yapı, her detay,
birer kitap gibi yol arkadaşı olur yanınızda,
 yanlız değilsinizdir…
Canlı bir okumanın içerisinde, çevirirsiniz sayfaları ve geçmişten gelen ,
kimi zaman  içerisinde hangi yaşamların olduğunu bilmeden,
hangi anıların yaşandığını düşleyerek,
başka bir deneyimle yolculuğuna çıkarsınız…
İşte o zaman, sokaklar, binalar, kent kocaman bir üniversite olur.
Okula giden sınıfa giren bir öğrenci gibi yürürsünüz.
Hergün yeni deneyimlemelerle, yeni yapılarla,
 yeni hayatlarla karşılaşmak üzere…
Canlı sürekliliği olan gizemli bir o kadar da yaşanmışlık kokan kentin içerisinde,
 bir kentin sınırları büyüklüğünde okuldasınızdır.
Sivil Mimari Bellek çalışmasında,
yürüyerek dolaştığımız her sokakta,
paylaştığımız her yapıda,
 bir şeyi keşfederek yürümenin hazzı içerisinde
birer birer dokunuyoruz, geçmişimize…
 

"Döneceğiz Geri,Bekle Bizi"

Bekle Bizi İstanbul
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskalari yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünür düşünürümİstanbul
Binbir direkli Haliç'inde akşamlar
Adalarında bahar Süleymaniye' nde güneş
Ey sen ne güzelsin ey kavgamızın şehri İstanbul
Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarinla, köprülerinle, meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul
Tophane'nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi İstanbul
Haramilerin saltanatını yıkacağız
Bekle o günler gelsin, gelsin İstanbul
Sen bize layıksın bizde sana İstanbul
Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle
Parklarınla köprülerinle meydanlarınla
Bekle bizi İstanbul

 
Bir tatil gününün başlangıcında gecenin karanlığında çıktık yollara. Tarihin, efsanenin, denizin hayatın, şiirin, gizemin kenti İstanbul'du istikametimiz. Her zaman gidip geldiğimiz, gezdiğimiz İstanbul'a bu kez sarayları gezmek için gidiyoruz. İstanbul ve Milli Saraylar,belki de sonrasında devam edecek bir dizi İstanbul gezisinin ilki. İstanbul ve Camiler, İstanbul ve Külliyeler, İstanbul ve Yalılar…

Gece boyunca süren yolculuğumuz Beşiktaş ve Nişantaşı arasında kalan ve 18.yüzyıl tersane emirlerinden Hacı Hüseyin Ağa'ya ait olan Ihlamur Kasrı'nda korulukta, mis gibi toprak ve erguvan kokuları arasında yapılan kahvaltıyla sonlandı ve aynı zamanda İstanbul turumuz da başladı. İstanbul bizi en erken saatinde bir korulukta sessiz ve sakin karşıladı. Bizim için erken saatlerde açılan Ihlamur Kasrı; TBMM Milli Saraylar dairesi çalışanlarının misafirperverliği ile kucakladı bizi. Ihlamur Kasrındaki gezimiz, yerleşim tarihi Bizans dönemine dek inen Yıldız Koruluğu içerisindeki Yıldız Sarayı Şale ile devam etti. Adını Fransızcada “dağ evi” anlamına gelen “chalet”ten almış olan Yıldız Şale , 19.yüzyıl Osmanlı mimarlığının en ilgi çekici örneklerinden birisi. Köşkte zemini 406 m² olan tek parça Hereke halının bulunduğu tören salonunda 2. Meşrutiyet ilan edilmiş. Gözlerimiz hayranlık içerisinde bohemia kristalinden yapılmış avizelerde, porselen sobalarda gezindi durdu. Kulağımız hep bizi gezdiren rehberin sözlerindeydi. Zarif ahşap merdivenler, dokunmaya kıyamadığımız mermer trabzanlar, ceylan derisinden yapılmış sandalyeler, sedef işlemeli dolaplar, loş mekân bir anlık olsa bizleri o dönemlere götürdü ve getirdi.

Korulukta yürürken erguvan kokuları takip etti bizi. Yemekten hemen sonra Maslak Kasrına gidecek ve günün yorgunluğunu orada bitirecektik. Onca yorgunluğa rağmen İstanbul bizi içine almıştı ve bütün yorgunluğumuz denizin mavi sularına karışmış kaybolmuştu. Sanki ilk defa geliyor gibiydik İstanbul'a, hiç görmemiş gibi ama yabancı değil… öylesine gizemliydi ki bahçeler, saraylar, sokaklar,meydanlar, avlular… Ertesi gün yağmurda yoğun bir temponun eşliğinde başladık Topkapı Sarayı'nı gezmeye. 23 Nisan'da onca kalabalığın arasında rehberimiz Gökçe DUMAN' la adımladık Topkapı Sarayını… Kaşıkçı Elması gözlerimizi kamaştırdı. Padişahın özel görüşme odasının ses yalıtımının yapılan onlarca çeşmeyle sağlandığını bir kez daha hayretle dinledik. Bir İmparatorluğun gelişme dönemini Topkapı Sarayı'nda , bitişi ve yeni bir devrin başlangıcının mesajlarını da bütün ihtişamıyla Dolmabahçe Sarayı’nda dinledik. Fikir bazında da olsa Osmanlı camilerine esin kaynağı olan Ayasofya'da başımızı kaldırıp kubbeye baktığımızda, o ihtişam o büyüklük o görkemle başımız döndü gözlerimiz karardı… Doğu-Batı sentezinin bir ürünü duruyordu karşımızda. 916 yıl kilise 481 yıl camii olarak kullanılmış bu görkemli yapı bizi büyülemişti. Ve ayaklarımız artık bizi taşıyamayacak kadarda yorulmuştu. Bu yorgunluğu bir tek şey alabilirdi ve biz de onu yaptık. Tarihi Piyer Loti Kahvesi’nde çaylarımızı yudumlarken Haliç'in sularına kattık bütün ağrılarımızı.

İkinci günümüz de bitiyordu İstanbul'da, iyi bir organizasyon, zaman aralıklarının bile yakalandığı bir gezi her sorumuza cevap bulan, olanak yaratan mimarlar odası çalışanlarımızdan Bilge Duman, Oda slaytlarımızı özenle çeken Arsen Kösterit, bütün görüntüleri kamerayla kaydeden Ethem Torunoğlu ve küçük gezginimiz Deniz ister istemez bir mutluluk sarhoşluğu yaşatıyordu bizlere.

Beylerbeyi Sarayı son durağımızdı. Boğaziçi'nin Anadolu kıyısında özel konumuyla bizi karşılayan Beylerbeyi Sarayı bir yazlık saray, ısıtma sistemi yok. Üşüyoruz… Denizden esen rüzgar yazın sıcağında mutlaka ferahlatıyordu yaşayanları ama biz üşüyoruz bir bahar gününde. Sonra peyzaj düzenlemesi 1910 yılından beri hep aynı olan bahçesinde sünnet düğünleri yapıldığını, kiralandığını ve bunun bahçeye zarar verdiğini duyarak hüzünlendik. Gezimizin Milli saraylar kısmını programladığımız şekilde yeni tanışıklıklarla, dostluklarla bitirdik. Ama İstanbul bitmedi hala ve biz yine dönüp geleceğiz başka bir zamanda.

Bekle bizi İstanbul.
 

Büyülü Kara Gözler Ülkesi Halfeti


Uyuduk uyandık.... dijital zamandan doğal zamana geçişin kıyısındayız,
Kimilerince geçmişe uzanan bir masalın kahramanlarıydık,kimilerince, geçmişte yaşananların masalını anlatanlardandık...
Hüznün ve umudun kesiştiği yer ...Dicle ve Fırat’ın arasında , renklerin coğrafyası, kültürlerin kaynaştığı, ezan sesleriyle, çan seslerinin birbirine karıştığı,dillerin farklılaştığı,modernle, klasiğin dansına tanıklık ettiğimiz yer...Burası Güneydoğu...Burası, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Nemrut, Midyat, Hasankeyf, Halfeti, Zeugma,Burası Kültürler coğrafyası yukarı Mezopotamya toprakları...

Atatürk Barajı... kimi zaman Mezopotamya topraklarına hayat veren bir teknoloji harikası, kimi zaman kültürleri alıp yok eden dev bir yutma fabrikası …

Huzurun ve zenginliğin kenti Zeugma derin ve sessizden ağlar, gözyaşları Fırat’ın suyuna katılır belki de ... Zeugma artık yok...Hayat verdiği fıstık ağaçları artık ürün vermez olmuş.. sitem etmiş Fırat’a kurumuş ... Zeugma şimdilerde hüzünlü kent...

Halfeti’ye GAP turundan dönerken uğramıştık. HALFETİ.... belleklerimizin bir köşesine yazılmış, aklımız orada kalmıştı. Dolaşamadığımız sokaklar, dokunamadığımız duvarlar çağıracaktı bizi ve biz dönüp gelecektik bir kez daha...

Üç ay parçası bütün doğallığıyla yakalandı objektiflerimize... bizi peşinden sürükleyen o güzellikler o gözler resmedilmişti. Bıraktık kendimizi rüzgara aldı,getirdi o esinti... büyülü kara gözler ülkesi Ceylan’ın memleketi Halfeti’ye..

Kapılar açıldı birer birer, yürekler açıldı...hesapsız.
Anahtarlar emanet edildi bize. Sahi kaçımız verebiliriz anahtarımızı hiç tanımadığımız kimselere...Anahtarı astık boynumuza çocukluk günlerimizdeki gibi kaybolmasın diye ....Ve başladık Halfeti’nin hüzün dolu hikayesini dinlemeye....

Derler ki, Fırat’ın bereketini eksik etmediği , zamanın su gibi akıp gittiği bu yer, her zapt edilişinde değiştirirmiş adını...Sitamrat’tan Urima’ya, Rum Kale’den Halfeti’ye, bir kültürler yolculuğudur yaşanan...

Halfeti, henüz kucaklaşmamış Fırat’la,
Halfeti, yüksek tepelerinde, hayaller kurulan , sevda türküleri damıtılan kent
Halfeti, umudun ve ekmeğin kenti....
Halfeti, geceler içerisinde sabaha olan inancını yitirmeyen kent...

Günler günlere katıldı, adımlar adımlara, duydular ki bir baraj yapılacak ve Fırat Halfeti’yi yutacak , inanamadılar... inanmak istemediler... ama ne çare ...eloğlu karar vermiş bir kere... Fırat Halfeti’yi boğacak...Uzak kalacak bütün canlılar diyarlarından...

O gün son kez baktılar güzelliklere... o gün son kez gezdiler... Bazıları hiç bakamadı bile.. toplayamadı meyvelerini ağaçların.. başını kaldıramadı... yutkunamadı... haykırdı.... çığlık attı... Belki duyan oldu... belki olmadı.

Alıp götürecekti, Fırat, can verdiği canlarını ,
kapanacaktı ayaklarına bahçelerin, alacaktı koynuna...
iki kara sevdalı gibi belki de sımsıkı sarılacaktı....

Sular doldu.... sular doldukça, gözler doldu..ve döndüler Halfetililer kendilerine, çocuklar gibi ağladılar... nefessiz kalan ağaçlara, toplayamadıkları fıstıklara... ama ille de o anılara....
bütün bunların hayatlarından çalınmasına,
yağızlığına...yalnızlığına ... ağladılar...

Halfeti mekanını, köylerini, anılarını, gizemli kuytuluklarını, daracık sokaklarını taş yapılarını, okulunu, hamamını, muzdan, hurmaya, fıstıktan portakala kadar yetişen cennet, meyve bahçelerini, doyulmaz sohbetlerinin en güzellerini... geçmişini kaptırmıştı Fırat’a...
Tam üç yıl önce....

Hani boğulurken insanlar batar çıkar ve kollarını kaldırırlarya feryat figan buradayım diye, caminin minaresi de feryat figan öylece bağırıyor size Savaşan Köyünde....

Savaşan kimsesiz, karadan ulaşımı artık yok...Savaşan savaşamamış Fırat’ın azgın sularıyla.....
Savaşan......pencerelerinden sallanan bir ele....bir hoşgeldine hasret kaldığımız yer..


Üç yıldır ağlamaklı bakar Ayşe teyze Fırat’a....Ama hayat devam ediyor işte. İnadına tutunmak varya taşlara, güneşe uzanmak varya...acıları gömüp yüreğine , her şeye rağmen yaşamak, hayata yeniden başlamak varya...

Halfeti şimdi kendi küllerinden yeniden doğuyor... Halfeti şimdi düğününe hazırlanan bir turizm sevdalısı...

Ellerinde kalanlar korunsun istiyorlar. Ne kaldıysa elinde cömertçe paylaşmak istiyorlar. Ekmekse ekmek, evse ev, sevgiyse sevgi.. umutsa umut... tarihse tarih... hiç esirgenmiyor...yeter ki geçmişin unutulmasına izin verilmesin...

Halfeti de yerleşim Fırat’a nazır dizilmiş,
İki katlı taş evler mutlaka bir yerinden ulaşıyor Fırat’a
Suyun zenginliği, durgunluğu, coşkusu yansımış tüm görüntülere..
Aynı enstrümanla, herkes kendi müziğini yapıyor.
Halfeti’de yerleşim bir Fırat senfonisi...

Şair derki “yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz...”

Halfeti Ulu camii hiç , yalnızlık hissi yaşatmadı bu yerleşime....
196 yıl ev sahipliği yaptı... acılara, inançlara ...

Ermeni Adır Ustanın ellerinde şekillenen havara taşları tam 199 yıl ayakta tuttu onu kim bilir tutacak belki de daha uzun yıllar...

Halfeti Ulu Camii bugün burada...
Ama girmiş kanına Fırat, basmış alt katlarını, alıp götürecek belki de sular iyice yükseldiğinde... Halfeti Ulu Camii bugün burada, sular yükseldi,kimbilir belki yarın Fırat’ın altında...

Fırat coşkunun... umudun... acının... sevincin.....
Fırat yaşamın kendisi.....
Fırat kimi zaman dans eden bir genç kız edasıyla cilve yapar ...
Kimi zaman kükrer kalkar bıçkın bir delikanlı gibi...Ve esirgemez bereketini insanlardan,

Derler ki “bu ülkede zalime zalim , haine hain denilmediği” için
suç Fırat’a yıkılmış. Fırat masum...

Halfeti çiçeklerin diyarı aynı zamanda, Fırat’a selam durmuş gelincikler her yerde karşılıyor sizi...
Canlı cıvıl cıvıl hayat belirtisi gibi sıralanıyorlar Fırat’ın kıyısında...

Çocuklar, saflığın abidesi, çocuklar...
Şimdi bir özgürlük resmi yapacaklar Fırat’a karşı,
Dokunacaklar, hissedecekler ve içlerindeki güzellikleri
Halfeti duvarlarına resmedecekler....

Çocukların küçük ellerinde, sevgi ve barış dolu yüreklerinde,
şekillenecek geleceğimiz biliyoruz... Hiç eksilmedi buna olan inancımız...

Halfetili çocukların neden kara olduğunu sormuşlar Ankaralı çocuklar...
Onlar bizim çocuklarımız, şehirde, güneşten kaçırarak odalara hapsedilen, sokakta oynamayı, çember çevirmeyi, topaç çevirmeyi, kuka oynamasını bilmeyen teknolojinin çocukları.

Halfetili çocuklar bizim çocukluğumuz, güneşin yalayıp geçtiği kara bedenlerimiz, kırmızı dudaklarımız, dağınık saçlarımız, suya atılan taşımız..

Tanıştılar kaynaştılar, çiçekler gibi rengarenk oldular.
toplandılar yan yana ve düştüler birbirlerinin ardına, Halfeti’yi keşfe çıktılar.
Halfeti çocuklarımızı dert etmeden, merak etmeden bıraktığımız
güvenli kent...

Halfeti sokakları derin, gizemli ve yaşlıdır...
Yalnızlıkla, paylaşım hep aynı anda yaşanır...
Bir varsınızdır bir yoksunuz orda.
Her detay da bir insan izi, bir yaşam belirtisi mutlak vardır görürsünüz.
Halfeti sokakları, selamı bol , sohbeti doyumsuz,yüreği geniş sokaklar..

Her evde tenekeler içinde yetişen güller var...
Sarı, kırmızı, beyaz, pembe... bir siyahı eksik arasında....
Solmamıştı siyah gülü ama öyle kolayda bulunmuyordu hani...

Derler ki Değirmendere Vadisinin Fırat’la birleştiği noktada öyle bir hava kliması varmış ki... troid yada guatr hastasıysanız hemen iyileşmeyi hissedermişsiniz.

Doğrumuydu yanlış mıydı bilemedik ama yüreğimizi saldık derinliklerine dinginleştik.

Güneş Halfeti de Fırat’ın üstünde batıyor, ışıltısı Fırat’a yansıyor. Fırat’la güneşin akşam üstü kaçamağıdır tanıklık ettiğimiz.

Mezopotamya toprakları verimli henüz el değmemiş kültürleri bağrında saklıyor. Ne zaman nerde nasıl ortaya çıkacağı belli olmuyor.


Tepede bir konak iki katlı, alımlı ve davetkar gideceğiz el mahkum. Burası Kannecilerin Konağı... 100 yıla yakındır orda hayat var, orda sizleri karşılayan sesler, izler var...

Kanneciler Konağı, taş işlemelerine hayran kaldığımız davetkar merdivenlerinde adım attığımız, kahveler içip fal baktığımız , ahşap dolaplı odasından Fırat’a el salladığımız yer.

Tekneler bekliyor bizi, küçüklü büyüklü...
Randevumuz var Rum kaleyle, geç kalmak olmaz, yola koyulmak lazım....

Rum Kale sarp kayalıklar üzerine kurulmuş heybetiyle çıktı karşımıza ... eteklerindeki ağaçları almış götürmüştü Fırat, izinsiz. M.Ö 855 yılında Asur kralı 3.Salmanasser tarafından nasıl zapt edilmişti acaba.. Bu kayalıklar bu duvarlar, nelere tanıklık etmişlerdi, ne savaşlar, ne aşklar yaşanmıştı kuytuluklarında... Ne ağıtlar yakılmıştı acıları hafifletmek için....Ne göçlere mekan olmuştu bilinmez....Bilinir belki de, ama anlatılamaz, düğümlenir kalır boğazında Mehmet Amcanın, dolar gözleri, dalar gider Fırat’a doğru, bırakıp gitmek de varmış kaderde, yaşadığı Rum Kale’yi ... Şimdi “turist” götürür olmuş teknesiyle, bir zamanlar doyasıya nefes aldığı yerlere... 1980 de boşaltılmış Rum Kale, evler hala sağlam ama çocuklar koşturmuyor çayırlarında, saklambaç oynayamıyorlar, sobeleyemiyorlar İsa’nın havarilerinden Johannesin incili çoğalttığı Aziz Nerses Kilisesi’nin duvarlarını....Su kuyusuna taş atamıyorlar ve bağıramıyorlar avaz avaz , sesleri yankılanamıyor...Rum Kale kalıcı sessizliğine bürünmüş, gelip geçici cıvıltılar da yetmiyor buluşmalarda, gelenler de gidiyor çünkü...

Bir buluşmada kucaklaştık Halfeti’yle...Türkiye’nin geleceğini, mimarların geleceğini, Halfeti’nin geleceğini tartıştık...Ama yetmedi, doyamadık...

Geldik....gezdik....toplantı yaptık, atölyeler kurduk.... Halfetilerle Halfeti’nin turizm beklentileri üzerine görüşler belirttik .... paylaştık sevgiyi sonuna kadar .....Biz Halfeti’yi, Halfetilileri sevdik , karşılıksız...

Artık gitme zamanı...Hüzünler çöktü gözlerimize... bir zaman tüneline girmiş ve çıkmış gibiydik.Yine gelin dediler...yine gelin... bir tek onu hatırlıyoruz otobüs hareket ederken. Arkamızdan su dökmüşler miydi bilinmez... ama çocuklar akşama kadar ağlamışlar içli içli ...

Halfeti geleceğini turizmde arıyor. Biz daha çok ev pansiyonculuğunu öneriyoruz. Evlerinizin bir odasını ayırın bize, yaşamınızdan tecrit etmeyin bizi diyoruz....

Bir yöre, kültürüyle insanıyla tarihiyle anlaşılmadıkça, içinde yaşayanlardan kopartıldıkça, adı Halfeti olsun, yada başka bir yer, belleksizleşiyor bir anda ve özelliğini yitiriyor kimliksizleşiyor.

Bizim için Halfeti’yi Halfeti yapan, sadece doğal ve tarihsel güzellikleri değildi, biz orda, Ayşe teyzeyle çay içtik, Tuba’nın gelecek planlarını dinledik, Ceylan’ın gözlerinize bakamayan hallerini, sevincini belli edememesini hissettik...kucaklaştık beklentisiz... akşamları keyif masalarında, türkülerimizi , Fırat’a sitemimizi birlikte dillendirdik...

Adresler telefonlar aldık karşılıklı... Masadan masaya istekler yapıp kadehler kaldırdık. Yani biz Halfeti’yi Halfetililere yaşadık. Onun için bu güzelliğin, bu özel yerin, turizmin “klasikleşmiş” tek düze sistemine kurban gitmesini istemedik...

Halfeti’nin yüreğinde beslediği sevginin ve misafirperverliğin, çağdaşlığın ve aydınlığın kaybolmasını istemedik... Sadece yaşamlarınızda bize de yer verin, öylece gelmiş gibi olalım, bir yabancı gibi değil, bir misafir... Bize evinizi sevginizi açın dedik.

Halfeti, sular altında kalan kent,
Halfeti, siyah güller diyarı vakurlu kent,
Halfeti, yürekleri isyanda öfkeli kent,
Halfeti, Fırat’ın bile götüremediği, sevgi dolu kent,
Halfeti, geceleri sokaklarında korkusuzca dolaştığımız, güvenli kent,
Halfeti, evlerini bize açan, sıcaklığını paylaştığımız kent...
Halfeti, anahtarı bize bırakılan kardeş kent...
Halfeti, özel insanların bulunduğu özel yer...


Dostcakal Halfeti...
Umudunuz bol olsun yaşamdan yana,
Sevecenliğiniz, misafirperverliğiniz hiç bitmesin,
Güneş hep yalasın çocuklarınızın yüzünü,
Gülüşleriniz pınar olsun aksın,
Sokaklarınızın selamı eksik olmasın,
Daha çok gelecekler buraya biliyoruz...
Oteller yapmak isteyecekler belki de , betonarmeden kat kat.
Evlerinizden ayrılmanızı isteyecekler,
Biliriz izin vermezsiniz bunlara...
Ondan rahat yüreğimiz.
Ama ihtiyacınız olursa bize, her şey için
Bilin ki dostlarınız var Ankara’da...
Bilin ki dostlarınız var İstanbul’da...
Bir mektup yazın atın Fırat’a...
Bir mektup yazın atın Yukarı Mezopotamya topraklarına
Bir mektup yazın atın ....
Mutlak cevap alırsınız.
Dostcakalın.....



30 Mayıs 2003

Ulucanlar Cezaevi Müzesi Düşü/gerçekler

Ulucanlar Cezaevi, 2006 yılının ağustos ayında boşaltıldı. Büyükşehir Belediyesi cezaevinin yıkılarak ayakkabıcılar çarşısı ve alışveriş merkezine dönüşmesini istedi. Biz ülke siyasi tarihinde önemli bir yeri olan Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmaması, yeniden değerlendirilmesi gelecek kuşaklara dönemin belleğinin taşınması hedefiyle bir düş kurduk. Kent Düşleri Yarışmaları.Bu düş ağır aksak da olsa eksik gedikte olsa gerçeğe dönüştü. Bu düşün özenle örülmüş bir süreci var. Bu süreçte, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin lokomotif görev üstlenmesi var. Bu süreçte, Adalet Bakanlığı'nın, Mimarlar Odasının kurduğu düşe sahiplenmesi var, Ankara Barosu'nun düşlerimize ortak olması var. Düşün gerçekleşmesi sürecinde, Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Adalet Bakanlığı, Ankara Barosu ve Altındağ Belediyesi tarafından imzalanmış dörtlü protokol var.

Hangi Deprem...Hangi Ayna

 

Kırılmış bir aynada insan kendini, yüzünü parçalanmış görür. Ve bir bütün değildir aynadaki suretimiz. Aynaya bakan değil elbet sorumlu olan, aynayı kıran belliki…

Ayna hesaplaşmadır kendimizle, ayna yansımasıdır yüreklerimizin… birileri toplumun vicdan aynasını kırmış belliki… Onun içindir, Van depreminden sonra, kırık aynada parçalanmış benliği görmek, öfkeleri kırıklar arasından sızarak çıkartmak, insanlığını vicdanını kırık aynalarda parçalayarak değişik noktalara,kardeşliğe,komşuluğa,paylaşılmışlığa zehir gibi akıtmak…

Biz öfkelerimizi , yüreğimizdeki insan sevgisiyle aşmayı öğrettik çocuklarımıza, öğreteceğiz dahada… kırılmış aynalara bakmayı tercih etmedik… Bir çocuk düştüğünde kaldırırken, ağlarken bir ana ölen yavrusuna,açken bir komşumuz, hiç düşünmedik Milliyetini, düşünmeyeceğizde… Bizim evimizde aynalar kırık ,yürekler sağır değil..Olmayacakta…

Van’da olan 7.2 lik deprem, toplumda parçalanmış kimliklerin, yüreklerin kırık aynalardaki yansımalarının, nasıl büyük bir depreme gebe olduğunun öncü depremidir.

Şimdi dayanışma yığınağı yapmak… kırılmış aynaları çöpe atmak..vicdanımızı yüreğimizi kardeşliğe sevgiye açmak acılarımızı sarmak öfkelerimizi yüreğimizle aşmak zamanı...

Çocuk Kararlılığında Büyüyecek Fidanlar

Bazı zamanlar öfkeleriniz boğazınıza düğümlenir. Dişleriniz kenetlenir… Gözlerinizden ateşler fışkırır. Yumruklarınız öylece sıkılı kalır bir an… Savaşlarda bile ateşkes verilen bir bayram günü ODTÜ ormanları katledilmiştir. 2388 ağaç yaşamımızdan sinsice çalınmıştır. Öfkelerimiz boğazımıza düğümlenmiş, dişlerimiz kenetlenmiş, gözlerimizden ateş fışkırmıştır. AKP hükümetinin ve dahi yerel yöneticilerinin, vicdansızlıkta, hukuksuzlukta üstlerine kimse yoktur. Öfkelidirler. Neye mi?  Gezi direnişinde kazandığımız, moral üstünlüğüne. Moralimizi bozmak içim en değer verdiklerimizi almak istiyorlar bizden… Kıyılan 2388 ağaçla moralimizi sıfırlayarak, mücadele azmimizi, reflekslerimizi yokluyor. Hukuksuzluğun hukukunu yaratarak, köklerimizi topraktan çekip çıkartmaya çalışıyorlar.
Ne pahasına?… Ulaşıma çare olmayacak bir yol pahasına. Yirmi yıldır, bir metre metro yapamayan Melih Gökçek’in, başbakana şirin görünerek yeniden aday olma isteği pahasına. Hukukun Gökçeğin oyuncağı olma pahasına… Yolla birlikte gelecek rant pahasına… Oyuncağı elinden alınmış beceriksizliğini örtbas etmek isteyen yöneticiler pahasına… Şimdi tamda bu noktada alışılagelmişin dışında bir durumla karşı karşıyayız. Haksızlığa uğrarsanız, hukuka güvenirsiniz, ya hukuk haksızlık yaparsa ve haksızlığın aleti olmuşsa neye güvenirsiniz? ODTÜ, arazisine giren istilacılara karşı hukukun yolunu aramış, hukukun hukuksuzluğu ayna gibi ortama yansımıştır. Bu süreçle mücadelenin alışılagelmiş yöntemlerle sürdürülmesi zordur. Bir ülkede herkesin ihtiyacı olan adalet yoksa,  adaleti sağlayacak mekanizmalar, siyasilerin araçları haline gelmişse, o zaman o ülke fırtınalara gebe değimlidir? Toplumu sürekli çatışma ortamına sürükleyen ve buradan beslenen anlayış karşısında, sabırla inatla, fikri takiple, çocuk kararlığında bir mücadele yöntemidir belki de bizi bekleyen.
Koruma amaçlı imar planı askı süresi ve davalar devam ederken, bu acele niye? Zafer naraları ile gevrek gevrek konuşarak “bana sürpriz yapmışlar” söylemi, fidanlarını korumak isteyen öğrencilere saldırılması, gecenin geç saatlerine kadar ODTÜ yerleşkesini gaza boğmak niye? Araçlarımız zarar gördü diye ODTÜ seferlerini kaldırmak niye? Bütün bu öfkenin ve intikamın nedeni; sokağa dökülen isyanın korkusuyla Gezi morallerimizin alınmaya çalışılması değil midir? Ancak beyhude bir beklentidir bu onlar için. Dolan bardak Gezi direnişi ile taşmıştır. Lakin bardak hala dolmaktadır. Bu kez yarıya kadar direnişle dolu bir bardağa dökülmektedir damlalar. İnatla dökülen her damla, ODTÜ’de kesilen fidanları birbir yeşertmektedir. Binlerce gencin ellerinde fidanları ile geçtiği yürüyüş, tomalara, biber gazına karşı, çocuk kararlığında bir mücadelenin ayak sesleridir. Toprakla buluşan her fidan Gezi direnişinde biriktirdiğimiz moralimizi çalamadığınızın göstergesidir. Siz onları her seferinde söküp alsanız da, o fidanlar büyüyecek… Çocuk kararlığında inatla dikilecek yerlerine yenileri. Bilirsiniz çocukları pes ettirmek zordur. İstediklerini elde etmek için her yolu denerler ve hepimiz biliriz ki eninde sonunda kazanan hep onlar olur,ama öyle, ama böyle…Şimdi siz arsız arsız gülseniz de, ODTÜ’de çocuk kararlılığında inatla büyüyecek fidanlar…
 

Duran Mekan


O mekân öylece duruyor orada, izsiz. Üzerinden geçen binlerce insanın, farkında olmadığı hissizliği kahrediyor insanı. O mekânın izsizliği yaşanmış gerçekliği unutturuyor kimilerine. Basıp geçiyor insanlar üzerinden bir bir… Her adımda bir kez daha yanıyor canımız. Oysa hepimizden bir iz var orada biz biliyoruz. Umutsuzluğumuzun umuda, acılarımızın öfkeye dönüştüğü o izin sadece belleklerimizde kalmasını sağlamak yetmiyor. Umudumuzun, isyanımızın, gözyaşlarımızın,  nefessizliğimizin,  adaletsizliğin mekânı orası. Öylece duruyor orada.

Ethem Sarısülük’ün vurulduğu gün, o mekânda ılık bir iz vardı. Bedenin sıcaklığı ile betonun soğukluğunun buluştuğu o mekân, yaşamla ölüm arasındaki kısa mesafeye, 26 yaşında bir gencin adaletsizce öldürülüşüne tanıklık etti. Bu tanıklık mekânsal olarak gelecek kuşaklara taşınacak bir izi öyle çok hak ediyor ki. Tamda o noktada izsizlik belleksizleştiriyor mekânı. Unutkan, vurdumduymaz hissiz, soğuk bir betona dönüştürüyor. Gelip geçenler alelade bir yerden geçip gittiklerini sanarak, koşturmaca içerisinde duraksamadan geçip gidiyorlar, basıp geçiyorlar.

 
Orada Ethem’in izi var. Orada Ethem’in gelecek güzel günlere olan inancı var, orada Ethem’in gençliği, yaşama sevinci, orada Ethem’in annesinin ve yakınlarının günlerce döktüğü gözyaşı var.

 
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, direniş mekânları olarak belirlediği Mimarlık Haftası etkinlikleri kapsamında, bu izsizliği dert ederek, Ethem’in vurulduğu yerde kentlilerin katılımıyla bir direniş ağı gibi büyüyen, bir iz bıraktılar. Sokaktan geçenler, bir düğüm attılar uzun çıtaları birbirlerine ekleyerek, izi büyüttüler. Tıpkı Gezi Parkı direnişinin sokağa taşan isyanı, farklılarının ortaklığı gibi, herkes kendi düğümünü atarak, kendisi belirledi anıtın görselliğini,birleşen noktalardan, ortaya çıkan anıtta yüzlerce elin attığı farklı düğümler, farklı isyanlar, farklı duygular vardı.

Güvenpark’ta Ethem’in vurulduğu yerde büyüyen, büyüdükçe güvenlik görevlilerin çevreden uzaklaştığı o anıtsal iz, sadece bir gün kalabildi. Acılarımızın ve anılarımızın mekânlarına iz bırakmak ve unutmamak, direnmenin başka bir boyutu, eylemin başka bir formatı değil mi dir?

Ethem’in katledildiği yerde, kalıcı bir hatırlatma izi olduğunda, işte o zaman Ankara kendine gelecek. Kimse o yerden hiç bir şey olmamış gibi, geçip gidemeyecek, basıp geçemeyecek.

 

 

 

 

Her Kent Biraz Bizdir.


Karşılaşmaların mekânıdır kent, koyu sohbetlerin, geçmişe yolculuğun, nefes almanın selamlaşmanın, insanlaşmanın mekânıdır. Geçmişinizle, tarihinizle değerlerinizle, her köşede biriktirdiğiniz anılarınızla, bıraktığınız izlerle en çok da hatırlamanın mekânıdır kent. Yaşadıklarınızın izleri bir bir silinmişse mekânlardan, sokaklardan, yapılardan, meydanlardan, belleksiz bir kentle, geçmişsiz bir hayatla karşı karşıyasınızdır. O zaman sadece zihinlerinizde kalanlar, yazılanlar hatırlatır yaşanmışlıkları ve kent en önemli özelliği olan zamanın bilinmeyen bir noktasındaki karşılaşmaları taşıyamamıştır yeni yaşamlara. Geçmişi saklayan sokaklar, mekânlar, yapılar, parklar, kafeler yoktur orada. Paylaşımlarımızın, anılarımızın mekânları çalınmıştır bizden. Her sokak başında yeni bir şey öğreten, üniversiteniz kapatılmıştır, yani kentinizi kaybetmişsinizdir. Sadece kent değildir elbette kaybedilen, her kent kendi yaşayanlarından bir parça taşır, her kent biraz bizdir ve kaybettiğimiz kentle birlikte kendimizdir.
 

Bizi biz yapan bizi insan yapan bütün değerler bir bir çalınmak isteniyor artık hayatımızdan. Çevreler değişiyor, binalar yüzsüzleşiyor, ağaçlar yerlerini şuursuz bir rantın ve öfkenin betonlarına terk ediyor. İnsan yaşamını yok etmenin zilleri çalıyor kent mekânlarında… İnsanlar kimliksizleşiyor, kent karşılaşma anlarını kaybediyor, yalnızlaşıyoruz. Evle iş arasında bir hayat biçilmiş bizlere, eğlenmek yok, sinemaya gitmek yok, paylaşmak yok, hatırlamak yok, konuşmak yok, tepki göstermek yok. Bu bir kayboluş sürecidir. Kentlerle birlikte, bu kayboluşun arkasında sırasını bekleyen insanlığın kendi çehresidir.

AKP hükümetinin kent politikası bu kayboluşun hızlanması, yaşamın unutturulması, kentlerin sermaye birikiminin bir aracı haline gelmesi üzerine kurgulanmıştır. Talan edilen parklar, meydanlar, yollar, ormanlar, kesilen ağaçlar, tek tipleşen konutlar, ne olduğu belirsiz cephelerle yaşama dayatılan, adliye binalarının, okul yapılarının, TOKİ binalarının elbette bir amacı var. Üniversite kentten, medrese kente doğru gidişin yapısal değişiklikleri. Onun için kentimize yapılan her müdahale doğrudan yaşamımıza yapılmaktadır. Onun için Taksim Meydanında kopan ve bütün ülkeye yayılan kızılca kıyamet tek başına ağaç mevzusu değildir.

Atatürk Orman Çiftliği ve Taksim Meydanı gibi Cumhuriyet Döneminin kamusal simge mekânlarının seçilmesi bu açıdan hiç de tesadüfi değildir. Geçmişle, demokrasiyle, Cumhuriyetin özgürlükçü değerleriyle karşılaşma anlarımızın mekânsal olarak bizden alınmaya çalışılmasıdır. 

Kentteki karşılaşma anlarımızı, yaşantımızın içerisinde iz bırakan mekânları, buradan paylaşmak üzere başlayan bu yolculuğa birlikte çıkacağız. Her yolculuk, zenginliklerle yeniden öğrenmelerle bizi birbirimize, kendimize ve kentimize bağlayacak. Bu yolculuk Kent bizi içine aldığı, bıraktığımız izleri, biriktirdiğimiz yaşanmışlıkları torunlarımıza bozulmadan aktardığımız güne kadar devam edecek. Kendimize kentimize, bizi biz yapan, bizi insan yapan bu mekânlara sımsıkı bağlanacağız.

 

Her hafta bu sayfada kent yolculuğunda karşılaşmak üzere, sıcak bir merhaba…

 

Mimarlığın Sosyal Forumu Açılış Konuşması

Mimarlığın Sosyal Forumu(MSF) “başka bir dünya mümkün “ sloganıyla yükselen dünyadaki toplumsal hareketlere, mimarlık ortamından, kent mücadelesinden örgütlenen bir mücadele selamı olarak Mimarlar Odası Ankara şubesinin gündemine girdi. Mimarlığın sosyal forumu,kentsel dışlanma ve yaşam alanlarının daraltılmasına karşı “kent hakkı” üzerinden örgütlenen hareketlerin deneyimlerinin paylaşılmasını önemsedi. Bugün toplumsal belediyecilik katılım deneyim ve direniş temasıyla ikincisini düzenlediğimiz Mimarlığın Sosyal Forumu’nun teması mayıs ayının başlarında belirlendi. Belirlendiği tarihlerde, bir yandan umutsuzluk neredeyse her yere sirayet etmiş, bir yandan da sessizlik patlamaya hazır fırtınayı işaret ediyordu. İki yıl önce Mimarlar Odası Ankara Şubesi yönetim kurulu “Bu ülkenin mimarları olarak dört duvar arasına çekilmeyi, tarihsel sorumluluğumuza sırt çevirmeyi kentlerin talanına seyirci kalmayı, örgütlenmemizden vazgeçmeyi Reddediyoruz, Bilimden sanata, resimden şiire, insana dair olan ne varsa tehdit ilan edildiği bir ortamda, insanca yaşama sahip çıkıyoruz” söylemi ile kent üzerinden yürütülen direnişi büyütmeye başladı. Bu direniş kendisini o günlerden bugüne taşıyan “Direnişin ve Umudun Başkenti” sloganıyla hayat bulan bir eylem programını ortaya çıkarttı.
Haziran’da hepimize umut olan, dünyanın dikkatini çeken, biricik hareket, gezi direnişi kimbilir belki de o günlerde ana rahmine düşmüştü. Özgürlüklerin kısıtlandığı, kamusal yaşantının daraltıldığı, sosyal yaşamın muhafazakar bir cendereye sıkıştırıldığı, demokrasiye özgürlüğe, söz söyleme hürriyetine sahip çıkmanın şiddetle bastırılmaya çalışıldığı, kadınların özgürlüklerinin yok edildiği, çocuklarımızın 4+4+4 eğitim sistemiyle bizden çalınmaya çalışıldığı, ne yiyeceğimize ne içeceğimize, kaç çocuk yapacağımıza karışıldığı, gece yarısı baskını ile ODTÜ’de ağaçların kesildiği, Atatürk Orman Çiftliği’nin bağrına hançer gibi saplanan Başbakanlık binasının yapıldığı, parklarımızın, kamusal alanlarımızın yok edildiği, ülkenin akciğerleri olan ormanların rant uğruna katledildiği, NEFESSİZ BIRAKILMAYA ÇALIŞILDIĞIMIZ GÜNLER TÜKİYESİ’NDE SESSİZLİĞİN ORTASINDA BİR FIRTINA GİBİ ESEN GEZİ DİRENİŞİ BİZİM MECBURİYETİMİZDİ. Bıçağın kemiğe dayandığı yerdi. Bu direnişe, Mimarlar Odası olarak bir nebzede olsa katkıda bulunduysak bundan ancak onur duyarız.
Büyümüş umutlar yaşanmış süreçlerle geziden aldığımız büyük ve inanılmaz bir enerjiyle 2014 yılında gerçekleşecek yerel seçimlere gidiyoruz. 1970 li yıllarda, biriktirdiğimiz, İstanbul’da Ahmet İsvan, Kocaeli’de Erol Köse, Ankara’da Vedat Dalokay, Fatsa’da Fikri Sönmez’in yarattığı Toplumcu Belediyecilik deneyimlerinin ışığında, kamusal alanlarının yeniden kullanımı için çözüm önerileri üreten yerel yönetimlerde katılımcılık talebini yükselten, park forumlarından yükselen doğrudan demokrasi nüveleri, yerel iktidar aygıtı olan yerel yönetimlerde yeni bir dönemi işaret ediyor.
Artık gündelik hayatımızın, kent yaşantımızın, kuşatıldığı bir süreçte, yerel yönetimleri bir direniş hattı olarak örmek mümkündür. Yaşamın zenginleştirilmesinde, kamusal alanların çoğaltılmasında, kültürel mirasın korunmasında, sosyal konutun yeniden işlevlenmesinde, engellilerin toplumsal hayata katılmasında, kent ekonomisinin katılımcı biçimde şekillenmesinde.
Kenti yaşamak, geliştirmek bir çocuk büyütmeye benzer. Karşılıksız emek, koşulsuz sevgi ister. Ve hep sizden bir şey taşır, kimi zaman insanlığınızı, ideallerinizi, öfkelerinizi, yenilgilerinizi, umutlarınızı umutsuzluklarınızı, kavuşmalarınızı, geçmişinizi, anılarınızı, kimliğinizi yansıtır. Kimbilir belki de o muzip haliyle “Ben bu kentin anasıyım” diyen Vedat Dalokay, yerel yöneticilere, bir kente karşı nasıl davranılacağının çok ince mesajlarını göndermişti. Toplumsal belediyecilik yaklaşımını hala 70 li yılların deneyimleri üzerinden tartıştığımız bu günlerde, bir umut olacak toplumcu belediye yönetimleri ve hizmetlerini, bütünlüklü bir şekilde göremiyorsak, o ince mesajların yerini bulmadığındandır.
Dün dünya çocuk hakları günüydü. Çocuklarımızın özgür ve demokratik bir ülkede yaşamalarına, çağdaş değerlerimize, eğitim süreçlerine, aymaz bir söylem daha gündeme damgasını vardı. Kızlı erkekli öğrenci evlerinden sonra, çocukların karma eğitim sisteminin yanlışlığı ifade edildi. Erken bir gezi yaratarak, rövanş almaya ve toplumu saflaştırarak otoriter rejimlerini güçlendirmek isteyen yöneticilere şunu hatırlatmakta fayda var. Siz yapay bir gezi yaratmazsınız , ancak beklemediğiniz anda karşılaşacağınız direnişe kaynaklık edecek, damlaların birikmesine olanak sağlarsınız.
Kente ve yaşama çocuk gibi sarılmak lazım. Kenti ve Yaşamı çocuğun o bitip tükenmez enerjisiyle büyütmek lazım… Kente ve yaşamımıza karşı yapılan her müdahaleye çocuğun o vazgeçmez, inatçı, sürekli ve kararlılığıyla direnmek lazım. Bizim çocuklarımız, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, kent hakkı kavramına nasıl sahip çıkılacağına dair, dünyaya inanılmaz bir deneyim bıraktı. Onun içindir ki Mimarlığın Sosyal Forumu, bu direnişi, canlarını vererek büyüten çocuklarımızı adandı.
Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak, kent mücadelesinde umudu büyütmeye, mücadelenin sürekliliğini sağlamaya, , özgür ve demokratik bir Türkiye, gündelik hayatın demokratikleştirilmesi, kent politik bir hareketin potansiyelinin açığa çıkartılması, direniş belediyeciliğinin çoğalması domino etkisiyle büyüyecek büyük direnişler için domino taşlarını ısrarla dizmeye devam edeceğiz. Ankara’yı direnişin ve umudun başkenti yapmak için çocuklarımıza verilmiş sözlerimiz var. Tutmaya kararlıyız.
22 Kasım 2013
Tezcan Karakuş Candan
Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Sekreter Üyesi